Hayatımızı yaşarken bir yandan da yaşadıklarımızı anlamlandırmaya çalışırız sürekli…
Sırf dışımızda değil, kendi içimizde de; her şeye anlam yüklemek peşindeyizdir.
Neden böyle yaparız ki?
Çünkü, “Anlamını bilmediğimiz bir durumu, bir duyguyu anlayamayız ki. Anlayamayınca da ne olur? Karmaşa başlayıverir hemen.”
O yüzden de karmaşa yaşamamak için hep her şeyi anlamlandırmaya çalışırız. Bir düşünsek; yaşamış olup da anlamlandıramamış olduğumuz o kadar çok olay, durum, duygu vs. var ki…
En başta hayatın anlamı, duyguların anlamı, okuduğumuz kitabın anlamı, öğrenmenin anlamı, davranışın anlamı, sevmenin anlamı, kıskanmanın anlamı….ohoooo gerçekten say say bitmez.
Anlam arayışlarımız o kadar yoğun ki içimizde; ister istemez sürekli sorgulayan bir zihin ile yaşamak durumunda kalıyoruz. Yine de anlamlandıramadıklarımız o kadar çok ki, onların hepsi de açıkta kalıyor. Nitekim, öğretmenin anlattığı yeni bir konuyu anlayamamışsak, o konu ile ilgili soruları da cevaplayamıyoruz.
Anlamlandıramadığımız tüm durumlar, tüm duygular, hepsi havada kalıyor;
Sonra da olan bize oluyor her zamanki gibi. Karmakarışık…
Neden mi?
“Her şeyin bir anlamı olmalı”; bize öğretilen bu.
E tabi biz de böyle biliyoruz. Ve de kendimizi ancak bu şekilde güvende hissedebiliyoruz. Bilgi bize güven verir. Anlam bize güven verir. Anlayınca kendimizi iyi hissetmeye başlıyoruz.
İşte tam da bu yüzden “anlatmak önemli hale geliyor. Bizler de zannediyoruz ki ne kadar anlatırsak o kadar anlaşılır oluyor anlattıklarımız. Nerdeee…??
Sık yaşanan bir örnek:
“anladığımız bir şeyi kendi anladığımız şekilde bir başkasına anlatırız;
peki o başkası nasıl anlar? Ne anlar?
Bizim anlattığımız durum, o başkası için de bir anlam taşır elbette; ama o başkası anlattığımız durumu kendine göre anlamlandırır. Bu sefer de anlatmaya çalıştığımız o başkası tarafından farklı anlaşılır”
Özetle ben A demek isterken, karşımdaki B anlamıştır.
Bu durum yabancı mı sizlere???
Bazen de bu durumlar yaşandıkça öyle bir yorar ki insanı, işin içinden çıkılmaz bir hale gelinebilir.
İster istemez mücadele başlar.
Anlatmaya çalışırız, zorlanırız; baktık ki olmadı, en kolay yol da, karşımızdakini suçlamak olur:
“ben ona söyledim ben ona anlattım”.
Aynı durumlar elbette bizim için de geçerli. Bizler de, bize anlatılanları, kendi öğrendiklerimize, kendi bildiklerimize dayanarak anlamlandırırız. Karşımızdakinin öğrendiklerine, bildiklerine göre değil. “Hayatın anlamı herkesin kendine özel ve biricik”tir. Önemli olan bu. Tıpkı parmak izlerimiz gibi. Dönüp dolaşıp kendine çıkan yola girdin. Kendini anlamlandırıyor, kendini anlayabiliyorsun artık. Bu vesileyle de işte, kendi kullanım kılavuzuna eriştin.
Artık anlatabilirsin. Hem de karşındakinden, ona anlattıklarını senin gibi anlamlandırmasını da beklemeden. Öyle bir beklentin de yok artık. Çünkü kimse sen değil. Sen de kimse olmak zorunda değilsin. Artık anlaşılabilirsin ve de anlayabilirsin.
Başla kendinden. Sen olmak ne demek anla. Anla ki, kendi anlamını kabul et. Herkes kendi anlamını yaşıyor, bunu fark et. Anlamlandırmak zorunda değilsin. Anlayabilirsin. Net ol, güvendesin. An senin için işliyor. O anın ANLAMI daha önce yaşanmadı. Yaşansaydı “anı” olurdu. Anlam sensin.
Yaşamaya niyet ettim.
Sevgi ve saygıyla,